1.10.2011

piknik tüpünde bebek maması

İnsan değiştikçe çevresi de değişiyor. Hoş, otuz iki yıl boyunca karşılaştığım insanlara baktığımda -seçme imkanım olanlar/olmayanlar açısından- genellikle çok şanslı olduğumu görüyorum. Dünyama çoğunlukla içten, yaşadığının, nefes aldığının farkında insanlar girdi. Girmeyeni de ben buldum. "Yaşamak için iştahımı artıran" kişileri aradım. Röportaj yapmak, onları bulmak için hep iyi bir yoldu. Eski röportajlarımı paylaşmaya karar vermem de bu yüzden. Onları siz de tanıyın, iştahınız kabarsın istedim.

Tanıştırayım: Ayşe ve Sedat Pınarbaşı. Dünyayı gezme hayaliyle yaşlanmak yerine dünyayı gezerek yaşayan bir çift. Karavanlarının önünde bana çay ikram ettikleri gün, dün gibi...

Sedat Bey gezgin hayatına 1968’de Lambretta motosikletiyle başlamış. Çocukluğunda karavanla gelen yabancı turistlere bakıp düşler kurarmış. İkinci el motosikletini aldıktan sonra bir arkadaşıyla birlikte Marmaris’e kadar gitmişler. Bugün “Karamürsel’in ilk yerli turisti benim,” diyor gururla. Marmaris seyahati boyunca motosikletin arızaları, yolda durup tamir etmeler, motoru indirip yeniden toplamalar… Sedat Bey’in Lambretta’sı hayatı boyunca sürecek yol maceralarının ilk işaretlerini vermiş o gezide. Yolculuğun tadını da ilk o zaman almış. Başka bir sefer sırtlarında çanta, ülkeyi boydan boya otostopla gezmeye karar vermişler. Çanta dediysek bildiğiniz çantalardan değil, Amerikan pazarından topladıkları eski kotlardan dikmişler. O yıllarda toplumumuz yol kenarında otostop çeken gezginlere pek alışık olmadığından olsa gerek, kimse durup da almamış onları. Mecbur minibüsle, otobüsle devam etmişler.

Gençlik yıllarında yaşadığı bu maceraların ardından hayatının yol arkadaşı Ayşe Hanım’la tanışmış Sedat Bey. İki kişilik bir dünyanın genişleyip, zenginleşip sınır ötesine taşınma macerası da böyle başlamış.

Deniz suyunda bebek bezleri

Bazıları için evlenmek ve yuva kurmak büyümeye, çocukluktan pes etmeye işaret eder. Yaş kemale ermiş, ayaklar yere basmış, ayran gönüller durulmuştur. Artık öyle uçuk kaçık fikirler saklanmalı, maymun iştahlar kesilmelidir. Öyle ya, kredi borçları ve akraba ziyaretleri arasında her sene iki haftalık "kaçamak" kimin neyine yetmemektedir? Ne demişler, hayat arkadaşı. Ben de diyorum ki "Eğlenmeden olmaz." Eğlenmeden yaşanmaz.

Sedat Bey’in hayatı da Ayşe Hanım’la birleşince ömür boyu sürecek eğlenceli bir yolculuğa dönüşmüş.

“Hanımlar,” diyor Ayşe Hanım, “genellikle eşyalarını değiştirirler. İki-üç yılda bir koltuk yüzleri, perdeler filan yenilenir. Benim hiç öyle bir zevkim olmadı. Onun yerine hayatı yenilemeyi seviyorum. Sırt çantamı alayım, değişik kültürler, dinler tanıyayım istiyorum. Altın günlerinden de koptum. Hayatında İzmit dışına çıkmamış arkadaşlarım var. İzmit’teyken, evde yaptığım günlerimde bazen gezi kasetlerimi koyuyorum, arkadaşlarımla çaylarımızı içerken onları seyrediyoruz. Onlara da değişik geliyor tabii…”

Evlendikleri zaman maddi imkânları çok zayıfmış, zor günler geçirmişler ama kampçılıktan hiç vazgeçmemişler. Bir Anadol, üzerinde ıvır zıvır, çadır madır, arkasında bir römork, üzerinde sandal… Türkiye sahillerinde gezmedikleri yer kalmamış. Sedat Bey balık adam aynı zamanda. O dalar, eşi de onu takip edermiş motorla. Gündüz kalkan ve kırlangıç avlayıp gece çorbasıyla, balığıyla bir güzel ziyafet çekerlermiş. Datça’ya, Bozburun’a botla, kıyı kıyı gitmişler, tüm Gökova’yı dolaşmışlar.

Düşünün ki o yıllarda Türkiye’de bir kooperatif, bir yazlık furyası yaşanmakta, yazlığı olmayana tuhaf tuhaf bakılmaktadır. Hanımlar “Bana bir yaz boyunca bir piknik yeter,” demekte, geriye kalan zamanı ya yazlıkta ya da evlerinde geçirmektedir. Gezmek bir meşakkattir onlar için, hem kim gidecektir şimdi kalkıp oralara? Bir de çocuklar vardır, herkesi sus pus yapan en masum bahaneler. Pınarbaşı çiftinin çocuğu yok mu acaba?

Ayşe Hanım anlatıyor: “Otuz iki yıllık evliyim. Evlendiğim günden beri de kampçıyım. Çocuklarımı kamplarda büyüttüm. O zaman böyle hazır bezler de yoktu, deniz suyunda çalkalayıp yıkardım. Hatırlıyorum da tuzdan o bezler sertleşirdi, zor katlardım. Çocuklarım da kampçı büyüdü. Şimdi onlar da meşakkati seviyor.” 

O zaman hazır mamalar da yok tabii, bebekler acıkınca arabayı sağa çeker, piknik tüpünü indirir, yol kenarında nişastadan pirinç unundan mama pişirirlermiş. Bir sonraki mama saatine kadar yola devam. Van’a, Şırnak’a, Erzurum'a...

İnsan merak ediyor, onlar yollardayken değirmeni kim döndürüyor? Sedat Bey’in esas mesleği teknisyenlik. İlk zamanlar proje teklifleri yaz mevsimine denk gelirse almaz, kendisine yetecek parayı kazandı mı daha fazla çalışmazmış. “Çok para istediğiniz zaman, ‘zaman’ yok olur. Ben çok zengin olabilirdim ama hiç özenmedim. Zengin olan arkadaşlarıma baktım, para kazanmaktan başka bir şey yapacak zamanları kalmıyor.” Daha sonra işine bir de ortak bulmuş, işin %50’sini ona devretmiş. Artık dükkânda ortak duruyor, Sedat Bey geziyor. Bu şekilde, örneğin 2005'in tam sekiz ayını dışarıda geçirmiş…

Hastalıkta ve sağlıkta, Vietnam'da veya Hindistan’da!

Öyle dört-beş yıldızlı otel odaları, gelişmiş şehirler değil de, teknolojinin girmediği yerler ilgilerini çekiyor. Sanırım ancak o zaman yaşananlar “tatil anısı” olmaktan çıkıp da maceraya dönüşüyor. “Odamız istediği kadar döküntü olsun, yatağımız temizse, banyosu, tuvaleti varsa süper lükstür, daha ne isteriz? Sıcak su olmasa ona bile katlanırız. Ama en son düşündük ki bir daha Hindistan’a gidersek yatak-yastık kılıflarımızı yanımıza alalım, daha rahat ederiz…” Hindistan’dan hiç bıkmazmış insan, mutlaka bir kez daha gitmek istiyorlar.

Biliyorum ki Sedat Bey’in yabancı dili yok. Ayşe Hanım ise bakmış ki lazım oluyor, bu yaşından sonra öğrenmeye başlamış. Peki yurt dışında dilsiz ne yapıyorlar? “Mesela ‘insurance’ diyorum, ‘full’ diyorum, bu şekilde araba kiralıyoruz.” Zaten karşıdaki adam da “Yes!” dedi mi, olay bitmiştir!

Karavanın arkasında taşıdıkları küçük bir motosiklet var. Yurt dışına çıktıklarında herhangi bir yere park edip motorla devam ediyorlar. GPS de takılı... İtalya, İspanya, Sicilya, Fransa sahilleri, Yunan Adaları, şehir şehir, ülke ülke gezmişler.

Acemilik dönemlerinde bir hafta-on günlük turlara yazılırlarmış, memlekete ısınmak, kanun nizam nedir öğrenmek için. Tur Türkiye’ye dönerken Pınarbaşı çifti yola devam… Artık onu da yapmıyorlar. Ayşe Hanım’ın dertlerini anlatacak kadar öğrendiği İngilizcesi ve rehber kitapların desteğiyle, o ülke senin bu ülke benim dolaşıyorlar. Karavanı da, motoru da Sedat Bey kullanıyor ama co-pilot Ayşe Hanım’ın gezilerdeki görevi çok önemli. Co-pilot dediğin hem rotayı belirleyecek, haritayı çizecek, şoförün ihtiyaçlarıyla ilgilenecek, hem de tüm bunları yaparken her koşulda soğukkanlılığını muhafaza edecek. Ayşe Hanım’ın sakinliğine, sevecenliğine bakınca karşılarına ne tür bir zorluk çıkarsa çıksın, tüm yolculukların çok keyifli geçeceğinden şüphem kalmıyor.

Yola çıkmadan önce sebze-meyve haricinde her şeyi Türkiye’den alıyorlar. Karavan 120 litrelik derin dondurucu kapasitesiyle erzaklar için gayet uygun. Geçen sene kız kardeşi ve eşiyle beraber, bir ay boyunca boydan boya Arnavutluk sahilinden itibaren Kosova, Karadağ ve Hırvatistan sahillerini kişi başı yaklaşık 1000 avro ile gezmişler. Üstelik mazotu, yeme-içmesiyle birlikte. Hindistan ve Uzak Doğu gezisine çıkarken de bir valizi sadece yiyecekle doldurmuşlar, turşudan tutun da zeytinyağlılara kadar. Minik bir ısıtıcı, sallama çaylar, kahveler…Yabancı mutfaklara alışık olmadıklarından o valiz onlara ilaç gibi gelmiş.

Vietnam’da sabahtan akşama kadar sırt çantasıyla sokaklarda toz, ter, kir içinde ama mutlu mesut gezmeler, Güney Afrika köylerinde kaybolmalar, eski karavanla ilk yurt dışı gezileri olan Yunanistan’da geçirdikleri günler…

Sedat Bey evini yaparken bile garajını hayalindeki karavana göre tasarlamış. Hayali gerçekleştiğinde ise bu hayalin içini doldurmak Ayşe Hanım'a kalmış. Karavana adım atmamla birlikte ağzım açık kalıyor. Her şey öyle düzenli ki... Evdeki özen bu küçücük, gezgin eve yansımış. Mutfak bölümündeki raflarda aynı renk plastik tabaklar, bardaklar, çatal bıçaklar sıra sıra dizili. Bir bölümü kaldırıyorsunuz, mutfak tezgâhı hâline geliyor. "Örneğin fırında bir şey yapacaksam fırınım yok, ben bunu yapamam endişesi yaşamıyorum. Burada tüplü var. Enerji alamazsam tüplü fırınımı kullanıyorum,” diyor Ayşe Hanım. O kadar benimsemiş ki burayı, evini gezdirir gibi rahat ve memnun. Ben de gayet rahat ve mutlu görünmüş olmalıyım ki ayrılırken "Sen de bizim kızımız ol, gez bizimle, bak yerimiz de var," demekten kendini alamıyor. Aklım kalmıyor mu, kalmaz mı!

Hayallerimizden vazgeçmeyi büyümek zannediyoruz. “Sahip olmayı” yaşamak sandığımız gibi. Sedat ve Ayşe Pınarbaşı’nın biriktirdiği gibi renkli anılara sahip olamadıktan sonra altınızdaki araba size ne kazandırır? Onların hayatı yalnızca bir örnek. Aklınızda büyüyüp duran onca engelin aslında ne kadar anlamsız olduğuna küçük bir kanıt.

İsimlerini en son gezginleri buluşturan bir sitede gördüm. İlan vermiş, yol arkadaşı arıyorlardı. Umarım yolculuklarına devam etmiş, Hindistan'a yeniden gidebilmişlerdir...

Bu yazı 2006 yılında Yolculuk dergisinde yayımlanmıştı. Bloga girmeden önce elden geçti, değişti, anılar tazelendi. Fotoğraf: Hippy Van - Federic Stevanin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder