17.09.2012

içeriye bakan kim?

Son cümlemi baştan söylemek isterim: “İçeriye Bakan Kim?” yazma ve okuma iştahımı olduğu kadar, elime aldığım her seferinde yazara karşı merakımı da artıran kitaplardan biri.

Öykü severler bilir, bir kısa öyküyü hak ettiği gibi okumak zordur, beklentisizlik ve tam bir farkındalık gerektirir. Yaşanılan belki de üç dakikaya yazarın o güne dek görüp geçirdiği tüm anların penceresinden bakarsınız. Kısa öyküye alışık değilseniz genellikle sonlara takılır, bitmemişlik duygusundan ve “Peki ya sonra?” sorusundan kurtulamaz ve bu yüzden tüm canlılığıyla kaleme alınmış anların eşsizliğini kaçırabilirsiniz. Oysa öykünün tadı o anlarda saklıdır. Küçücük bir tasvir, öylesine bir diyalog birdenbire tüm dünyayı önünüze serebilir, hayat diye tanımladığınız ne varsa size sorgulatabilir.

Mehmet Günsür’ün öykülerini bu bilinçle, hep tetikte kalarak okumaya çalıştım, dikkatimin dağıldığı yerde birkaç sayfa geri gidip yalın ve güçlü tasvirlerin tadını çıkardım. Güzel sanatlar geçmişinin tasvirlerindeki yalınlıkta büyük etkisi olduğunu, kimi zaman kalemle fırça arasında gidip geldiğini düşündüm. Gözlerimin önünde sırtını duvara dayamış, elinde boya ve sözcüklerle anların resmini yapan bir adam canlandı. “Güzelliğinin farkında bir kadındı. Ama bununla oynamıyordu,” derken de, derin ilişkisini hemen her öyküsünde sezdiren denizi tasvir ederken de zamanın akışında çoğumuzun gözünden kaçan ayrıntıları özenle biriktiren bir usta.

İnsanı başkalarıyla ilişkisinden çok kendinden bildiğini ve insanlarla arasında aşamadığı ya da aştırmadığı bir duvar olduğunu düşündüren bir yazar, Günsür. Yakınlığı göze alamayanlardan yakınanların yazarı. Bir tanesi dayanamaz, sorar da üstelik: “Yoksa ben mi korkutuyorum hepinizi?”(1) Kimi zaman bu sorunun bir yansıtma olabileceğini de düşünebilir okur. “Hırça Mapası”nda örneğin, “kabul etmeyi ve kabul edilmeyi” anlayamayan kişi, yazarın kendi kendine “Beni neden istiyor?” diye sorduğu zamanların izlerini mi taşır? Kuşkusuz, kendi ruhuna dokunamasa bizlere böyle sakin ve dolaysız temas edemezdi yazar. Yoksa, “Zeytinyağı şişelerinde defne yaprağı olsam, öylece uyurdum mutfakta,”(2) dediğinde bir öykünün kahramanı, kendimi “Defne yaprağı olsam, kimse bana dokunmasa,” diye mırıldanırken yakalayışımı nasıl açıklayabilirim?

Mehmet Günsür, artık bu dünyada olmayan kalemlerden. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldıktan bir yıl sonra, 2004 yılında aramızdan ayrılmış. Bazı yazarlar öykülerini içinde taşır, gittiği her yere götürür, bir kısmını kâğıda döker, bazısı için de doğru sözcüklerin gelmesini bekler. Günsür’ü okurken de, kitap bittikten sonra da hep “Neden daha fazla öykü yazmadı?” sorusuna bir cevap aradım. Belki Semih Gümüş’ün de söylediği gibi kusursuzluk arayışından ötürü bu kadar az eser verdi, doğru sözcüklerin aklına düşmesini bekledi. Belki de hırça mapasının sağlamlığından emin olamadı, kendi derinliğinde yitip gitmekten çekinerek kendine fazla yaklaştığı yerde yavaşlayıp “yelken ufaltmayı”(3) tercih etti. Kim bilir? Ne de olsa “Yakınlık cesaret gerektirir.”(4)

(1) Coğrafya
(2)İçeriye Bakan Kim? 
(3) Muazzez Öldükten Sonra? 
(4) Karşılaşma
Not: Kütüphanemdeki,"İçeriye Bakan Kim?"in Adam Yayınlarından çıkan 2003 tarihli baskısı. Can Yayınlarında 2006 baskısını bulabilirsiniz. Yukarıdaki yazı ise geçen ay okuryatar'da yayımlanmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder